30 Kasım 2010 Salı

Şiir - ADABELEN'DEN KALAN İZLERDE

                                 
                                                      ADABELEN'DEN
                                                      KALAN İZLERDE

                                         dipsiz kuyulara düştü anılarım
                                         gülmeye çalışıyorum olmuyor
                                         ellerimi sürüyorum hep
                                         kırılmış dallara
                                         gül bahçelerinde şımarıyor
                                         duygularım

                                         çiçek tütüyor bağlar bahçeler
                                         camlarda dağılan su damlaları gibi
                                         zamansız esen rüzgarlara kapılmış
                                         adabelen
                                         istemesem de ağlayacak gibiyim

                                         yaşlandıkça soylu bir coşku içimde
                                         16 mart'lardan
                                         17 nisan'lardan gelen
                                         yol çizerim her gün gökyüzüne tutunmaya
                                         baktıkça yer değiştirir ay
                                         yaralarına umut sararım şiirlerimin

                                         gülümseyerek saklıyorum gene de
                                         şaşkınlığımı
                                         şimdi her yer karanlık
                                         gün gelir belki gene şavkır yıldızlar
                                         bekleyeceğim bekleyebildiğim kadar

                                                                          Muammer ÖZLER

                            

29 Kasım 2010 Pazartesi

şiir - SONSUZLUĞA DOĞRU

                                             
                                               SONSUZLUĞA DOĞRU


                                     yıldızlar kayadursun gökyüzünde
                                     ayışığı günden baskın
                                     tazelenmiş adaçayları
                                     ince belli bardaklarda
                                     gün güne eklenirken  kent parkında

                                     kıyıya vurmuş hep insanlar
                                     deniz gürül gürül mavi
                                     ovalar gürül gürül yeşil
                                     sönmüşe dönmüş zeytin ağaçları
                                     yaşlandıkça yamaçlarda
                                     martılar sarhoş martılar başıboş
                                     uçuşurlar havada

                                     gün uzadıkça uzuyor dalınca düşlere
                                     düşler karuşık düşler boğuntulu
                                     kırılmış duygular
                                     düşünceler gecelere yenik
                                     yorgunluklar üst üste binmiş üstümüze
                                     bu akşam da akıyorum
                                     bilmediğim bir yöne
                                                
                                                                       Muammer ÖZLER

17 Kasım 2010 Çarşamba

Datça'dan Portreler...

Emekli Öğretmen Muzaffer Özgen'le yapılmış söyleşim aşağıdaki linkten izlenebilir.
http://www.datcadetay.com/datcakultur/muammerozler.html

BİR OKUL GECESİ ve NECATİ ÖZLER

           Geçtiğimiz günlerde, Yatağan İlçesi Merkez-Sinanbey İlköğretim  Okulu’nun öğretmen ve öğrencileri, Cumhuriyetimiz’in 75. yılını kutlama çalışmaları kapsamında, Şeref Köyü’nde bir gece düzenlediler. Sağ olsunlar, bizleri de çağırdılar. Sevinerek gittik.

            Öylesine güzel bir geceyi, bir dağ köyünde sergileme uğraşısına katlandıkları ve  öncelikle de,Şeref Köyü’nü yeğledikleri için, Sinanbey İlköğretim Okulu’nun Müdürünü, öğretmenlerini ve öğrencilerini kutluyorum

             Gördük ki, Şeref Köyü’nün o sanatsever insanları, akşamın erken saatlerinde çoktan doldurmuşlar bile gösteri salonunu. Başta, İlçe Milli Eğitim Müdürü, şube müdürleri ve pek çok davetli kişiler de oradaydı. Havanın  soğuk olması nedeniyle, ilk başta birazcık üşümüştük ama, minik öğrencilerin, o boylarından büyük marifetleri ve Şeref Köylüleri’nin o sıcak ilgileri gittikçe içimizi  ısıtıvermişti.

              Okul Müdürü Semih Serttaş’ın açılış kouşmasındaki : “Biliyorduk ki, Şeref Köyü’nün  Muğla  İli  kültürünün gelişmesinde ayrı bir yeri vardır. Biz, bu köyün insanlarnın tiyatroya, folklora, müziğe ve her türlü sanatsal çalışmalara karşı çok ilgi duyduklarını bilerek ve güvenerek köyünüze geldik” sözleri, bizleri ve tüm Şeref Köylüleri’ni çok yıllar öncesine götürüverdi aniden.

              Gerçekten, Şeref Köyü’nün  Muğla kültürünün gelişmesinde ve yayılmasında ayrı bir yeri olduğu doğruydu. 1960’lı yıllarda ilk Köy Tiyatrosu bu köyde kurulmuştu. Tiyatronun sahneye koyduğu oyunlarda gösterdiği başarı, basın organlarında günlerce konu edilmişti. 1973 yılında, köy gençlerinden oluşan Halk Oyunları Ekibi, Cumhuriyetimiz’in 50.Yıl kutlama  kervanına katılarak, parmak ısırtacak derecede gösteriler sergilemişti. 200 kişilik bir tiyatro salonu ilk kez bu köyde inşa edilmişti. Hatta 1967 yılında, Muğla İli Halk Eğitim Merkezi Müdürleri Koordinasyon toplantısının 3.sü, zamanın Valisi Sayın Hasan BASA başkanlığında, Şeref Köyü’nde, bu salonda yapılmıştı. Aynı gün, köy alanına dikilen ATATÜRK BÜSTÜ’nün açılışı da yapılmıştı Ayrıca, çevre köyleri içinde, ilk Köy Kalkındırma Kooperatifi  kurulmuş, orman  ürünlerini yerinde değerlendirme ve pazarlama çalışmaları da başlatılmıştı.

                Zaten, Şeref Köylüleri’nin, bu türlü çalışmaların içinden geldikleri sergilenen gösterilere karşı gösterdikleri ilgilerinden de belliydi.. Nerede gülüneceğini, nerede düşünüleceğini, nerede alkşlanacağını çok iyi biliyorlardı.

                 Ancak; bütün bunların yanında, o gece, Şeref Köylüleri’nin içini burkan, zaman zaman  gözlerini yaşartan, birisinin adı da anımsanıyordu. Necati ÖZLER…Çünkü, yukarıda sözü edilen bütün çalışmaların  öncüsü, yaratıcısı ve mimarı Necati Özler idi. Ne yazık ki, bundan tam  dört yıl önce yitirmiştik Necati Özler’i. Sağ olsaydı, kim bilir ne  denli çok   sevinirdi böyle geceleri görünce. Ya da, kim bilir ne denli çok üzülürdü, taşımalı eğitim bahanesiyle, köyünün okulunun kapandığını duyunca.

                O’nun çocukluk arkadaşı olan, emekli öğretmen-yazar araştırmacı Bahattin UYAR da, çok duygu dolu bir konuşma yaptı gecede. Yarım yüzyıl öncesi, eğitmenli bir sınıfta, birlikte okudukları sınıf arkadaşlarını sıraladı numaralarıyla. Kimileri dede, kimileri nine olmuşlardı. Herkes oradaydı ama, 7 Numaralı Necati Özler yoktu. Onun, kırkbeş yıl öncesi  bir veli toplantısında  okuduğu:

“Korkar oldum şu derenin kurdundan
  Koyun gelir, kuzu gelmez ardından
  Ben de bıktım bu koyunun derdinden,
  Meleme koyunum, ağlatma beni…” diye başlayan “KOYUNUM” şiiri, yine Bahattin Uyar tarafından, ağlamaklı bir ses ile okunurken, tüm  Şerf Köylüleri’nin göz yaşları da dolu danesi gibi  yerlere dökülüyordu. Necati Özler’i bir kez daha saygı ile, sevgi ile anıyoruz. Ve Sinanbey İlköğretim Okulu’nun  öğretmen ve öğrencilerine, başarılarından dolayı tekrar kutluyoruz.   (Kasım-1998)

                                                                                                                           Muammer ÖZLER

TONGUÇ’un EĞİTMENLERİ” ve Bahattin UYAR

              İlkokul birinci sınıf öğrencisiydim Bahattin Uyar’ı tanıdığımda. Köy Enstitüsünü yeni bitirmişti. Babası, eğitmen  Süleyman, öğretmenimizdi. Köye geldiğinde okula da uğrar, babasını ziyaret ederdi.
               Okulun önündeki meşe ağacının dibinde toplaşır; onun okula gelişini, babası ile sohbet ede ede dolaşmalarını coşkuyla izlerdik. “Çocuklar” dedi birinde babası; “bu benim oğlumdur, Köy Enstitüsünü bitirdi, şimdi de sağlık memuru çıktı. Siz de okuyacaksınız, ileride böyle sağlık memuru veya öğretmen olacaksınız…”  “Keşke”demiştim içimden, “ben de onun gibi olabilsem.”

                Önce sağlık memurluğu, ardından ilkokul ve  Türkçe öğretmenliği, sendika yöneticiliği,  siyaset, tiyatro, zeytincilik, bir yazar, bir şair ve bıkmak usanmak nedir bilmeyen bir araştırmacı.

                  Köyümüzden böyle aydın bir kişinin yetişmiş olmasından gururlanmışımdır her zaman. Hep onun gibi olmaya özenmişimdir. Ortaklar Öğretmen Okulu’nda öğrenciydim. Bir yarışmada okuduğum onun “Muallim Bey” adlı şiiri ile dereceye girmem, amatörce de olsa yazmama, çok okumama teşvik olan en önemli etkenlerden birisi olmuştur.

                1977’de yayınlanan “Tarımda Bozuk Düzen-Tütün Sorunu” adlı kitabında tütüncünün acı çilesini anlatmaktadır. “Tütünün ekmeği katran gibi acıdır/Her bir dilimi bin damla ter/avuç dolusu nasır/bıçak yarası kadar derin bir alın çizgisidir.” İkinci yapıtı olan “Ansiklopedik Türk Dili ve Edebiyatı Sözlüğü” de üniversite adayı öğrencilerin önemli bir başvuru kaynağı olmuştur.

                 Şimdi de yıllarca süren bir araştırma sonucu hazırladığı “Tonguç’un Eğitmenleri” adlı kitabı, Öğretmen Dünyası Dergisi’nce Köy Enstitülerinin 60.yılına armağan olarak sunulmuştur. Bahattin Uyar’a göre Tonguç, her şeyden önce Türk toplumunun tarihsel gelişmesine ve yapısına, ana çizgileriyle doğru teşhisler koymuştur. Koşulların altyapı değişikliklerine elvermediği bir ortamda, kendi alanında bağımsız davranabilmek olanağını sağlamayı da başarmıştır. Başlatılan “Eğitmen Denemesi” ve” Köy Enstitüleri” uygulamasının nasıl başarıldığını, nasıl geliştirildiğini ve nası güzel sonuçlar alındığını, belgelerle, anılarla öylesine güzel anlatıyor ki Bahattin Uyar. Arı bir dil, arı bir Türkçe ile…

                  Nisan 2004. Bu kez de, şiir  elli yıl boyunca yazdığı şiirlerini  topladığı “17 Nisan Türküleri” adlı şiir kitabında görüyoruz Bahattin Uyar’ı.    Gerek “Tonguç’un Eğitmenleri”ni, gerekse “17 Nisan Türküleri”ni okudukça Köy Enstitülerine olan hayranlığımız, özlemimiz
kat kat çoğalıyor içimizde. Kutluyoruz..  (Nisan/2000)                 
                                                                       
                                                                                                                    Muammer ÖZLER

16 Kasım 2010 Salı

Taşımalı Eğitim-Öğretim Üstüne (Kapatılan Bir Köy Okulunun Mektubu)

Ben, Cumhuriyetimiz’in henüz 10. yılında, köylülerim tarafından imece suretiyle ınşaa edilmişim. Duvarlarım kalın mı? Kalın. Temelim sağlam mı? Sağlam. Nice rüzgarlara, nice fırtınalara kanat germişim… Yıllarca, nice depremlere karşı, dayanma gücü göstermişim. İki odalı lojmanımda, pek çok öğretmenimizi barındırmışım… Kollarımın arasına almışım onları, o nice karlı, nice buzlu günlerde…                                                                                                                                                                                                                      
            Mayıs ayı başlarında, yaz tatiline giden öğrencilerimden ayrılırken, o buruk duygularla bakakalırdım arkalarından. İple çekerdim Eylül ayının gelmesini. Eylül ayının gelmesiyle de, yepyeni duygularla dönerlerdi öğrencilerim.  Her yeni öğretim yılı başında: önce, bir güzel temizlerlerdi bahçemdeki kurumuş otları. Kız öğrenciler de, pencere camlarımı pırıl pırıl silerlerdi. Bir coşku, bir kaynaşma alıp yürürdü bahçemde. Öğretmenlerim, kendileri badana ederdi duvarlarımı.. Ak buzlar gibi ağarırdım köyümün ortasında. Ayrıca öğrencilerimin her biri de, birer ağaç dikerlerdi bahçeme. Bir de, gülhatmi çiçekleri, sardunyalar, horoz ibikleri, arslan ağızları boy attılar mıydı duvar diplerinde; keyiflerinin üstüne yoktu öğrencilerimin. Hele hele öğretmenlerim… Her birinin elinde birer budama makası olurdu.  Hem  ağaçları budarlar, hem de öğrencilere, budamanın nasıl yapıldığını öğretirlerdi   Ağaçlarım; budandıkça daha çok gürleşir, çiçeklerim bir başka tomururlardı.
              Ya o, bayram günlerini ne diyelim?  Bütün köylülerim, sabahın o erken saatlerinde toplanırlardı bahçemde.  Önce, hep birlikte, engin bir coşkunlukla söylenirdi İstiklal Marşı’mız. Sonra; öğrencilerim tarafından sunulan: şiirler, oyunlar, yarışmalar ve başka başka etkinlikler…Kapılarım, gündüzleri öğrencilere, akşamları köy halkına açık olurdu. Gece dersanelerine devam eden, pek çok vatandaşımızın, kısa sürede okumayı-yazmayı öğrendiklerini görünce göğsüm kabarırdı,  gururlanırdım… Böyle, böyle; yıllarca  kucak kucağa yaşamıştım köyümün çocuklarıyla, köylülerimle, öğretmenlerimle…
           Ama, bir gün bir  haber yayıldı köyde. Öğrencilerimi alıp götüreceklermiş başka okula.Artık “Taşımalı  Eğitim-Öğretim” uygulamasına geçilecekmiş bütün yurtta.Beynimden vurulmuşa döndüm. Ne denli direndimse gücüm yetmedi. Aldılar götürdüler öğrencilerimi. Gözlerim yaşlı, baka kaldım öğrencilerimin arkasından.
           Şimdi, o çocuk cıvıltllarına hasretim artık. Bayrak törenlerine, bayram şenliklerine hasret kaldı köylülerim. Bahçemde, nice emeklerle yetiştirilen zeytin ağaçlarının meyveleri toplanmadı, telef olup gidiyor. Damımdaki kiremitlerim tek tek uçup gitmekteler. Pencerelerimin camları un-ufak kırıldılar bile. Üstüne  üstelik, keçi koyun otlatmaya  da başladılar bahçemde.. Dayanılır gibi değil.
           Oysa, sekiz yıllık eğitimin amacı, köylerimizi temelli okulsuz bırakmak değildir her
halde. Bu köyler bu durumlara, böyle kendiliğinden gelmedi. Gece okullarıyla geldi…Halk dersaneleriyle, halk okuma odalarıyla geldi… Köyde oturan, ya da, en azından köye gelip –giden öğretmenlerle geldi. N’olur örgün eğitimle yaygın eğitimi biribirinden ayırmayalım. Taşımalı eğitim ilk bakışta güzel, yararlı bir uygulama gıbı görülebilir. Ancak, detaylı düşünüldüğünde, bunun böyle olmadığı açıkça gorülecektir.                                                                                                                                                                                                                   .            Tüm öğrencilerimin gözlerinden  öpüyorum....  (Kasım/1997)

                                                                                                            Muammer ÖZLER

“17 Nisan Türküleri” ve Bahattin UYAR

17 Nisan, Türk Ulusal Eğitim Tarihimizin önemli günlerinden biridir. Çünkü, 17 Nisan 1940’ta “Köy Enstitüleri Yasası” kabul edilmiştir. Bu yasa ile, topluma sevgiyle bağlı, dürüst,çalışkan, becerikli, zorluklara dayanabilen, yaşam koşullarını değiştirebilen, toprağa bağlı, engel ne olursa olsun onu yenebilen, üretken bireyler, üretken öğretmenler yetiştirilmesi amaçlanıyordu.

               Gerçekten de, Köy Enstitüleri’nde üretken pek çok öğretmen ve bu öğretmenler arasında da, pek çok yazar, şair, sanatçı ve araştırmacı yetişmiştir. Örnrğin; Fakir BAYKURT gibi, Haşim KANAR gibi, Mahmut MAKAL gibi, Maksut DOĞAN gibi, Feyzullah ERTUĞRUL gibi, Mehmet KARA gibi ve daha niceleri gibi.

                İşte, Bahattin UYAR da bu yazarlarımızdan birisidir. O’nun Şeref Köyü’nde başlayan, yoksul ve karanlıklarla dolu kaderi, Köy Enstitüleri’nin yaşama geçirilmesi sonucu değişivermiştir adeta. Yıllarca süren öğretmenlik yaşamında, sürekli yazmış, sürekli araştırmalarda bulunmuştur. Daha önce yayımlanmış, üç araştırma eserinin ardından, şimdi de, 50 yıl boyunca yazdığı şiirlerini “17 NİSAN TÜRKÜLERİ” adlı yeni bir şiir kitabında toplamış bulunmaktadır.1940’lı yıllarda:
              
               “Ben ıssız ülkelerin çocuğu
                 Anam demişim bazen,
                 Bazen yar demişim.
                 Çekmediğim kalmamış ekiş tarlalarında
                 Bir sessiz ağrı yakmış içimi
                 Ama dönmemişim sözümden
                 Toprağı sevmişim.”
                  ………………….
                “Ben mutlu bir ağacım,
                  Uzanıp çıkıverdim ortasında Bozkır’ın
                  Dayanıp yaslanıverdim
                  Gelin dalıma insanlar
                  Bu çiçek benim, bu meyve benim.”
Diyerek yola çıkan Bahattin UYAR, Köy Enstitüsü’nde geçen öğrencilik yıllarını öylesine güzel, öylesine içten  anlatıyor ki şiirlerinde…

                  “Bir türkü söyledim Gökbel Yamaçları’nda
                    Ulaştı Beşparmaklar’a selam oldu.
                    Savurdum selamımı Söke Ovası’ndan
                    Adabelen Tepesi’nde sahibini buldu.”    Dizelerinden de belli olmuyor mu?

                   Bahattin UYAR’ın “17 Nisan Türküleri” adlı bu şiir kitabını okuyup irdelediğimizde, O’nu, yaşamı boyunca  tüm şiir akımlarını tanımış, şiirlerinde denemiş, fakat “anlamda açıklıktan” asla vazgeçmediğini görürüz. Dilde yalınlık, biçimde serbestlik, şiirlerinde gördüğümüz en önemli özelliklerdir.

                    Kutluyoruz…                                                                   Muammer ÖZLER(Nisan/2004)

Kubilay’ın Anıtında

1964 Yılında, Menemen’de, Özel  Tabur’da askerlik görevimi yaparken, sık sık Kubilay’ın Anıtı’nda, gönüllü olarak nöbet tutardım. Bir yobaz ayaklanmasını, dağıtmaya gittiği sırada,  devrim uğruna şehit olan, meslektaşım, Yedek Subay Öğretmen Kubilay’ın Anıtı’nda, nöbet tutmak onurunu , saatlerce yaşamak isterdim.
                 O yıllarda,Yıldıztepe’de (Anıtın bulunduğu tepenin adı)   geceleri, Kubilay’ın Anıtı’nı aydınlatan, tek bir ışık yanardı. Ama, Anıt’ın kendisinden şavkıyan, bir başka ışık daha vardı ki, tüm Menemen Ovası’nı aydınlatıyor gibi gelirdi bana. Sanki, Menemen Ovası’nda, Derviş Mehmet’i ve onun avanesini ararcasına…Bu nedenle, gece nöbetlerini  daha çok yeğlerdim.  Ayrıca, Anıt’ın üzerinde yazılı bulunan: “İNANDILAR. DÖVÜŞTÜLER. ÖLDÜLER.- BIRAKTIKLARI EMANETİN BEKÇİSİYİZ.” Sözlerini  kezlerce okur, coşkulanırdım. Bu anılarımı da, Kubilay’ın katledilişinin  72. yıl dönümünü yşadığımız şu günlerde de  aynı coşku ile yeniden yaşamaktayım.

                 Kubilay, 1906 yılında İzmir’de doğmuş, 1926 yılında da, ilkokul öğretmeni olarak yaşama atılmıştır. Bir arkadaşı notlarında: O’nun, inandığı ve bağlandığı  fikirleri, ısrarla ve coşku ile savunduğunu, güvenilir bir dost, sevilen ve aranılan bir arkadaş olduğundan söz eder. Gerçekten Kubilay, hareketli, neşeli, açık yürekli bir kişiydi. Her öğretmen gibi o da, okumayı severdi. Toplum hayatı ile ilgili sohbetlerde, ulusal konularda duygulu ve titizdi. İnandığı ve bağlandığı fikirleri ısrarla ve coşkuyla savunur, konuşmaları hep o yana çevirir ve tartşma havasını daıma canlı tutmasını bilirdi.

                 Menemen’de, Yedek Subay olarak askerliğini yaparken, 23 Aralık 1930’da, ayaklanmak üzere toplanan yobazları, tek başına dağıtmak istemişti. İşte tam o sıra, onlara karşı koyduğu anda, yobazları n attığı serseri bir kurşunla vuruldu, yaralandı. Ne yazıktır ki, yaralandıktan sonra isyancılar, Kubilay’ın  başını hunharca, bir testere ile kesip, kanlar içinde, ellerindeki isyan bayrağının sopasına  takarak, sokaklarda gezdirdiler. Ne denli ürpertici, ne denli dehşet verici değil mi?

                Kubilay o zaman, yaşamının baharında, henüz 24 yaşında bir gençti. Her  insan gibi yaşamak, her genç gibi yaşamın güzelliklerini  tatmak, elbette O’nun da hakkı idi. Ama, Türk Devrimi’ni, gericilere karşı koruyabilmek uğruna şehit düşmüştü. Gerçi O, Devrim Tarihi’mizin sayfalarında “ANIT ADAM” olarak  yaşamaktadır, yaşatılacaktır.

                                     “yayıldığını hissediyorum kanımın,
                                      damarlarımda yeniden
                                      derviş mehmed’i arıyorum
                                      menemen çarşısında
                                      elimde tüfeğim.

                                      bağırmak istiyorum yıldıztepe’den
                                     derviş mehmet ve avanesini
                                     “candan açtık
                                     cehle karşı bir savaş” diye
                                     sesim kısılıncaya kadar.”

KİTAP… KİTAP… KİTAP...

                       “Tanrım!  Bana kitap dolu bir ev ile, çiçek dolu bir bahçe ver.”    - Konfüçyüs-

                 Okumak, eğitim süresinde  ve yaşamımız boyunca, başarının en önde gelen öğelerinden birisidir. Kitap sevgisi, her aydının, her okumuşun ve her uygar kişinin, yaşamsal zorunluluğu olmalıdır. Kitaplar, bir bakıma aydınlık yarınlara ulaşmamıza sağlayan köprü gibidirler. İnsanlık için, uygarlık için, gelecek için gereken bütün bilgileri, ancak kitaplarda bulabiliriz.

                 Dünya kültürü verilerine baktığımız zaman, dünyada hızla artan kitap üretiminin; %75’ini uygar ülkeler, %25’ini ise geri kalmış ülkeler elinde tutuyor. Türkiye nüfusumuzu dikkate alırsak, bu sayılar düşündürücü ve üzücüdür. Demek ki Türk Ulusu, her düzeydeki bireyleri ile, genelde okumuyor, ya da çeşitli nedenlerle okuyamıyor. Oysa, okumak bir gereksinimdir ve bir alışkanlıktır. Ve bu alışkanlık ailede başlatılır, okulda geliştirilir ve yaşam boyunca da sürdürülür.

                  Ne yazık ki, son yıllarda sanki kitaplara küsmüş gibiyiz. Gün geçtikçe de. Bu küskünlüğümüz çoğalmaktadır. N’olur,  kitaplara  daha yakın olalım. Birkaç yıl önceydi. Çocuklarıma ziyaret için, İstanbul’a gitmiştim. Raslantıya bakın ki, TÜYAP Kitap fuarı da o günlerde açılmıştı. Çocuklarımın  bana sundukları en değerli İstanbul armağanı, işte bu kitap fuarına gezdirmeleri oldu. Böyle bir fuara ilk kez  geziyordum. Öyle de çok coşkulanmıştım ki.  İlk kez tanıdığım yazarlarla, şairlerle yapılan söyleşiler, anlatılan anılar, imza günleri vs. pek çok etkinlikler…

                 Yaşıtlarım ve büyüklerim anımsarlar. Eskiden ya bir gazete, ya bir dergi, ya da bir kitap taşırdık ceplerimizde. Özellikle Varlık Yayınevi’nin yayımladığı cep kitapları serisi, tam ceplerimize göreydi. Sohbetlerimiz hep okuduğumuz kitaplar üzerine olurdu. Kitap edindirme kulübümüz vardı. Ayda en az bir kitap edinir, iki kitap okurduk. Yeni çıkan kitaplardan, birbirimizi haberdar ederdik. Peki şimdi ne oldu bize?

                   Aydın’da sınıf arkadaşım, emekli Türkçe öğretmeni Çetin ARDIÇ’ın çok mütevazi bir kitap ve kırtasiye dükkanı vardır. Okulların açılış zamanı olan her eylül ayında, camekanına şu ilginç duyuruyu asar arkadaşım: “EZBERDEN 3 ŞİİR OKUYAN LİSE ÖĞRENCİLERİNE, %15 İNDİRİM YAPILIR.” Ne güzel bir teşvik örneği değil mi? Keşke hepimiz çocuklarımıza, her zaman böyle okumaya teşvik edebilsek... Keşke, her akşam evlerimize giderken, çocuklarımıza o sağlıksız bir sürü şekerleme ürünleri yerine birer kitap alabilsek…Keşke, bakkallarda, marketlerde birer de, kitap satış bölümleri kurulabilse.. Keşke o okey taşlarından birazcık olsun uzak durabilsek de, kitaplara uzatabilsek ellerimizi… Evde, okulda, iş yerinde, deniz kenarında ve akla gelebilecek her yerde ve her koşulda kitaplarla sevişebilsek… Keşke, Maksim GORKİ’nin dediği gibi: “Her kitap;beni, kalabalıktan, düzeysizlikten insanlığa, insancıllığa yükselten, yaşamı daha iyi anlamama ve ona karşı, derin bir susuzluk duymama neden olan bir basamaktı..” diyebilsek.

                     Bu umutlarla, haydi!... Kitaplara… Kitaplara… Kitaplara.

Yatağan’da Sanat Akşamları

Ne zaman bir şarkı, bir türkü dinlesem, nerede bir tiyatro eseri izlesem, hep; “Yatağan’ımızda da, böylesi çalışmalar yapamaz mıyız acaba?” sorusu geçerdi usumdan.Gerçi bu türlü çalışmaları, daha bundan çok yıllar öncesi Şeref Köyü’nde de başlatmıştık. Küçücük bir dağ köyünde,  bir köy tiyatrosunun kurulması, çok şey demekti gelecek için. Sahneye konulan onlarca eser ve Cahit ATAY’ın Kerpiç Memet, Pusuda ve Ormanda  adlı oyunları…

               Bu oyunlarda üstün bir başarı sağlayan, Kerpiç Memet, Bostancı Dursun ve Üsük rolleri ile, Türk köylüsünün nasıl bir yaşam kavgası verdiğini sahneleyen ve aydın bir köy delikanlısı olan Necati ÖZLER’i, burada rahmetle ve saygı ile anmak istiyorum

               Necati ÖZLER’i anarken, başka birileri daha geliyor gözümün önüne. Onlar da, tam gençliklerinin  üstündeyken göçüp gittiler bu dünyadan. Yaşar UZUN’lar, Erkan YARATICI’lar ve Hamdi ÖNAL’lar…Şairdiler,şiir yazdılar. Oyuncuydular; Marazın Haydarı, Topalın Gazabı, Hababam Sınıfı oyunlarını onlar sergilediler. O zamanlar ilçemizde, bu günkü gibi salonlar da yoktu. Ahmet YÜZBAŞIOĞLU amcamızın hasır tavanlı  sineması bir kültür merkezi gibiydi.  Bütün  sanat ve kültür çalışmaları, bu sinemada sergilenirdi. Bu arkadaşlarımı da saygı ile anıyorum.

              Pek çok yıllar geçti o günlerden bu güne.. Şimdi  de,  “Yatağan Sanat ve Kültür Derneği”nin kurulması ile yepyeni bir ortamda bulduk kendimizi. Derneğimizin öncelikli amacı, sanatın bütün dallarında etkin olanları, bilhassa Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği, Edebiyat ve Tiyatroya ilgi duyanları, icra edenleri bir araya getirmektir. Böylece sanatsal ve kültürel etkinliklerimizi, daha geniş kapsamda sergileyebileceğimizi  ve bilhassa boş zamanlarımızı  daha iyi değerlendirebileceğimizi inanıyoruz. Bu konudaki ilk sınavımızı, 17 Şubat 2001 tarihinde sunduğumuz Türk Sanat Müziği konserimizle verdik.

               25 Şubat 2001 tarihinde düzenlenen”Müzikli Yaşam ve Dostluk Yemeğimiz” fasıl topluluğumuz eşliğinde, davetlilerin de katılımıyla yapıldı. Yüzlerce Yatağan’lı sanatsever dostumuz, müzik  tatlarının damaklarında kaldığını söyleyerek, bu türlü gecelerin sık sık düzenlenmesini istediler. “Türkülü Salı Akşamları” çalışmalarımız da, yoğun bir ilgi ile sürmektedir. Türk Halk Müziği Koromuz, yakın bir gelecekte Yatağanlı’ların  huzurlarında olacaktır. Hemen ardından da, gene Türk Sanat Müziği Koromuz “Yaza Merhaba” konserini, ilçemiz Amfi-Tiyatroda vermek üzere, şimdiden hazırlanmaktadır.

                Anlaşılan o ki, bundan böyle sanatsal ve kültürel yaşamımız daha da renklenecek, daha da güzelleşecektir. Gözünüz aydın olsun  değerli Yatağanlı’lar.

ÖĞRETMENLER GÜNÜ ÜSTÜNE

Yarın, 24 Kasım Öğretmenler Günü. İlkini, Büyük Önder, Başöğretmen Atatürk’ün doğumunun 100. yılında kutladığımız, onbeş yıldır da kutlaya geldiğimiz bu coşkulu gün, eğitimcilerimize, öğretmenlerimize bir kez daha kutlu olsun.
              Yarın okullar, yine çiçeklerle dolup taşacak. Çocuklarımızın kimileri çiçek demetleriyle, kimileri de, öğretmenleri kabul etmek istemeseler  bile, bazı hediyeler alarak kutlayacaklar öğretmenlerinin günlerini.
               Konuşmalar yapılacak, şiirler okunacak, anılar anlatılacak. En yücelere çıkarılacak öğretmenler. Kimi yerlerde yemekli toplantılar düzenlenecek. Masalar dizilecek salonlar boyu. Gene çiçeklerle, ordöv(!) tabaklarıyla süslenecek masalar. Yenilecek, içilecek, oyunlar oynanacak, halaylar çekilecek. Kısacası, felekten bir gün çalacak öğretmenlerimiz. En azından, meslek sorunlarımızın, alın yazgılarımızın, geçim sıkıntılarımızın dşında, kutlamalarla dolu bir gün geçireceğiz yarın.
               Nedense, böyle kutlama günlerinde, bir başka duygularla yüklü oluyor insan. Geçmiş 24 Kasım’lar, 16 Mart  Öğretmen Okulları’nın, 17 Nisan Köy Enstitüleri’nin kuruluş yıldönümü kutlamaları geliyor usuma. Büyük bir coşku ile sahneye koyduğumuz, “Söğütlü Köyünün Öğretmeni”ni anımsıyorum.
                Nerede o eski günler. Köy kahvelerinde  saatlerce süren öğretmen-halk sohbetleri.Acılarını, gözyaşlarını sınıfın dışında bırakabilen, yürekleri Atatürk İlke ve Devrimleriyle çarpan, içleri sevgi dolu, aydın kişi olma sorumluluğu ve bilinci taşıyan, çok okuyan, çok üreten, yine o, eski öğretmenlerimi anımsıyorum bir de.
                Ve ardından; günümüzdeki, lokallerde, kahvehanelerde, okey taşlarının orkestrası(!) eşliğinde, hiçbir şey üretemeden geçirmekte olduğumuz günlerimizi düşünüyorum da, öylesine üzülüyorum ki. Oysa, görev sorumluluğumuz sadece dersane içinde kalmamalı. 2000’li yıllara adım atacağımız şu günlerde, bu güzelim mesleğimizi, gerçek yaşamsallığını, saygınlığını ve etkinliğini kazandırmak ereğimiz olmalı.
                 “Ben, insana eğitimi verenim. Binbir sınav, binbir çile, sabır dolu yaşamımda kazandığım, kazanabildiğim tek şey, böylesi bir görevi başarabilmenin haklı gururudur. Çünkü ben öğretmenim.” diyebilelim. Yürekliliğimizle, yüzakımızla…
                   Saygının ve sevginin en yücesini birlikte paylaşalım, nice 24 Kasım’larda…          
             

“ATATÜRK’ün ÖĞRETMENİ”

             Bir bir gidiyorlar…Kızılçullu’dan, Gönen’den, Aksu’dan teslim aldıkları eğitim meş’alesini, dağların, tepelerin doruklarına dikmişler de gidiyorlar… Sanki hiç tebeşir tozu yutmamışlar.  Cenaze törenlerine katılan o yüzlerce, binlerce öğrencilerini, sanki Tarım-İş dersinde uygulamaya götürüyormuş gibi gidiyorlar…  
              Daha birkaç hafta öncesi yitirdiğimiz, değerli emekli öğretmenimiz Hüseyin ONBEŞ’in geride bıraktığı buruk acı henüz geçmemişken, iki gün  öncesi Bayır Beldesi’nden  yine bir emekli öğretmenimiz  Memiş KINACI’yı da son yolculuğuna uğurladık. Gene aynı burukluk ve aynı ezikliğimizle.
              Memiş KINACI Öğretmenimiz  çok çalışmış ama, hiç de yorulmamış. Baskılardan, sıkıntılardan hiç usanmamış, hiç yorulmamış. Seksenbeş yıllık ömrünün, hemen hemen tümünü, eğitime, üretime adamış. Okul dışındaki boş zamanlarında, toprak ana ile kucaklaşmış hep. Meyvenin sebzenin güzelini, zeytinin yağlısını yetiştirmiş. Her alandaki örnek çalışmaları ile çevresinin “Memiş Efendisi”  olup , çıkıvermş ortalara.
              Kendilerine son ziyaretimde bir anısını anlatmıştı bana: Mesleğinin ilk yıllarında Milas’ın Karacahisar Köyü’ne atanmış Memiş Öğretmen. Bakmış ki, okuma çağındaki pek çok çocuk okula devam etmiyor. Kimileri  keçi, koyun ve sığır çobanlığı yapıyor, kimileri de evlerde küçük kardeşlerini bakıyorlar. Memiş Öğretmen, büyük bir yüreklilikle, bu çocukları yollarından çevirip, okula getiriyor. Tabii bu durumdan, zaten okula karşı ilgisiz kalan ana-babalar rahatsız oluyorlar. Hatta öfkeleniyor  bazı veliler; “Bu, ne biçim öğretmendir… Eski köye yeni adet mi getiriyor… Kız çocuklar da okurmuymuş hiç…Hayvanlarımız çobansız, küçük çocuklarımız bakıcısız kaldı “ diye.
                  Sonra birileri çıkmış ortaya, o zamanın, falanca partisinin  ocak başkanı mıymış neymiş?
                “-Ben O’nu gösteririm” demiş, inmiş ertesi gün Milas’a. Doğruca, o zamanın  maarif memuruna:
                “- Bey’im biz böyle öğretmen istemiyoruz. Çocuklarımızı zorla okula götürüyor, Hayvanlarımız çobansız, küçük çocuklarımız bakıcısız kaldı , n’olur bu öğretmeni alın bizim köyden.” diye vermiş veriştirmiş. Maarif memuru, gayet sakin dinlemiş söylenenleri:
               “-Sakın haa amca” demiş. “Bu söylediklerini ne sen söylemiş ol, ne de ben duymuş olayım. O öğretmeni bizzat ATATÜRK gönderdi sizin köye. Sakın ola, öğretmeninizin çalışmalarını karşı  çıkmayın haa!  Kendisine  daha da destek olun” gibi sözlerle övütlemelerde bulunmuş.
                “Öyle mi?” demiş vatandaş, tez elden dönmüş Karacahisar’a.:”Aman komşular” demiş.”Bizim öğretmen ATATÜRK’ün öğretmeni’ymiş. ATATÜRK, O’nu bizzat bizim köy için göndermiş. Bu günden itibaren bütün çocuklar okula… Haydi arkadaşlar! Hep beraber “ATATÜRK’ün ÖĞRETMENİ’ne” hoş geldine…”
                 Karacahisar Köyü, kültür seviyesi oldukça yüksek, çok okuyanı olan köylerimizden birisidir bugün.
                 Değerli Memiş KINACI  Öğretmenim. Ey ATATÜRK’ün Öğretmni! Ektiğin tohumlar, bak ne de güzel yeşermiş Karacahisar’da. Ve çalıştığın her yerde. Ne mutlu sana. Hani sen, bir kış gecesi Bayır’dan yola çıkıp, ertesi gün, Kavaklıdere’ye derse yetişeceğim diye, yolda kar fırtınasına tutulup, soğuktan dolayı, ayakkabıların ayağından çıkıp kalmıştı ya…O ayak izleriniz hiç silinmeyecek Sayın Öğretmenim. Ruhunuz şad olsun.
                                                  

Fakir BAYKURT’un Ardından

24 Haziran 1999, günlerden Perşembe. Dört ay dolmadı bile. Muğla’da Konakaltı Kültür Merkezi’nin   bahçesi eğitimci ve onların dostları ile dolup taşıyordu. Konuşmacı masasında, yaşı yetmiş ama işi hala bitmemiş, açık alınlı, alnından kasketinin izi hala silinmemiş birisi oturuyordu. Eğitimci-Yazar , Romancı Fakir BAYKURT… Az sonra konuşmaya başlayacaktı.
              Pek çok toplantılarda, dinleyicilerin dışlarından söylemeseler bile, içlerinden “oof! Tıkadı artık… bir bitse de gitsek” diye  iç çektikleri, bilinen bir gerçektir. Ancak, bu toplantının, bu söyleşinin bitmesini, burada bulunanların hiç birisi istemiyordu. Daha konuşmanın giriş bölümünde bile, herkes taş kesilmiş, konuşmayı  can kulağı ile dinliyorlardı. Sanki Gönen Köy Enstitüsü’nün bahçesinde bir eğitim dersi başlamıştı.
              Fakir BAYKURT Öğretmenimiz, bıkmadan, gittikçe coşkulanarak sürdürüyordu konuşmasını. Sesi hala tok ve etkiliydi. Kökeninden hala kopmamış, mayası hala bozulmamıştı. Sanki, Kavacık Köyü’nün öğretmeniymiş gibi konuşuyordu. O’nu dinlemeye doyamamıştık o gün. “Umarım dostlarım, yakında gene görüşeceğiz” demişti konuşmasının sonunda.
             Ne yazık ki, kendisi ile  bir kez daha görüşemeyeceğiz artık. O da ayrıldı gitti aramızdan iki gün önce. O da, ölümün acımasızlığına kapılarak, üfürülen küller gibi savruldu gitti taa Almanya’larda…Akçaköy’e olan sevgisi ile, özlemi ile. Keşke Irazca Ana’sı da, bir iki damla su verebilseydi O’na son nefesinde… Keşke.
              Fakir BAYKURT, gerçekçi bir eğitimci, gerçekçi bir yazardı. Çocukluğu çobanlık yaparak geçmişti. Yoksulluk içinde büyümüştü hep. O’nun Gönen Köy Enstitüsü’nde öğrenci olduğu sıralar, binlerce köy, yolsuz, susuz, ışıksız ve okulsuzdu. Tarlalar boz, hayvanlar hasta, meyve ağaçları aşısızdı. Elde edilen ürün, köylünün karnını bile doyurmuyordu. Köylerde çocuklar, gözleri çapaklı ve yalınayak dolaşıyorlardı.
              İşte, bütün bunlar, kemirip duruyordu Fakir BAYKURT’un içini. Bu kemirme sonucudur ki, “KÖY ROMANI” kavramının öncüsü oluvermişti. Öte yandan, köy çocukluğunun getirdikleri, köy enstitüsü öğrenciliğinden aldıkları, köy öğretmenliği yıllarında kazandığı, orta okul öğretmenliği ve ilköğretim müfettişliğinden edindikleri ile sendika (TÖS)yöneticiliği izlemleri, O’nun yüreğinde  kademe kademe gelişmiş ve sonucunda: Yılanları Öcü, Irazca’nın Dirliği, Onuncu Köy, Kaplumbağalar, Amerikan Sargısı, Tırpan, Köygöçüren, Kara Ahmet Destanı ve daha niceleri gibi dev yapıtlar çıkıvermiştir ortaya. Az şeyler mi bunlar edebiyatımız için?
              Bu büyük eğitimcimizi, bu büyük romancımızı yitirmenin, ezikliği ve burukluğu içindeyiz şu günlerde. O’nun kültürü, O’nun aydın kişiliği, O’nun erdemli direnci, bizlere sürekli örnek olacaktır.
               O’nun anısına, YILANLARIN ÖCÜ’nü yarın bir kez daha okuyacağım. O bitince diğerlerini de
                Işığın bol olsun öğretmenim…

Köy Enstitüleri’ne Selam

17 Nisan… Esintisiz, ılık, üşütmeyen, önemli bir ilkbahar günü bugün. Köy Enstitüleri’nin kuruluş günü.
            Köy okullarında çağdaş eğitimin uygulanmasından tutalım da, hayvancılığın, arıcılığın, zeytinciliğin, sebzeciliğin ve meyveciliğin geliştirilip yaygınlaştırılmasına, köylerimizin yola suya,  bağa bahçeye kavuşmasına, halk türkülerimizin ve halk oyunlarımızın ortaya çıkarılmasına kadar her alanda, başarıdan başarıya, umutla yürüyen  KÖY ENSTİTÜLERMİZ’in onur günü bugün… Kutlu olsun.
           17  Nisan 1940 ‘da kurulmuştu Köy Enstitüleri. Ülkemizin yirmibir yerinde, çağdaş birer ışık ışımaya başlamıştı. Ortaçağdan kalan o, zifiri karanlığın üstüne üstüne… Sürüp  gidebilseydi keşke.
           Değerli, pek çok yazarlar, şairler, sanatçılar, araştırmacılar, hukukçular, bilim adamları ve eğitimbilimciler yetişti Köy Enstitüleri’nde. Kimileri ozan oldular  Kızılçullu’da, Beşikdüzü’nde, Akpınar’da…Pamuk tarlalarına döktüler duygularını dize dize…Kimileri ressam oldular Kepirtepe’de, Arifiye’de, Çifteler’de…Gökkuşağının bütün renklerini işlediler kilimlere nakış nakış… Kimilerinin kor gibi yandı gözleri …”Yaman vurdular kazmaları yere.” Hasanoğlan’da, Savaştepe’de, Aksu’da, Ortaklar’da… Başlarında Tonguç  Babamız…
            Kimilerinin seslerini  duyar gibi oluyoruz hala. Bir Maksut DOĞAN  çıkıyor Milas’ın                                                                                                                                
Ağaçlıhöyük Köyü’nden, (Kendisini rahmetle ve saygı ile anıyoruz) “Meğer ne güzelmiş bizim dağlar/ Akı ak, karası kara/ Selam  Anadolu’mun insanları/ Selam cümle dağlara “ diye haykırıyor… İçten ve yürekli…
            Bir Haşim KANAR beliriyor Salihli’nin Gökayap Köyü’nde, “ Potinlerimiz beykozdu/ Beykozun içinde ilk kez/ Çorap gördü ayaklarımız/ Okşar gibi giydik ikisini de/ Nedense yadırgadılar bizi” diye yakınıyor için için…
             Bir de Bahattin UYAR çıkıyor, Yatağan’ın Şeref Köyü’nden sesleniyor; “Ben  mutlu bir ağacım/ Uzanıp çıkıverdim ortasında bozkırın/ Dayanıp yaslanıverdim/ Gelin, dallarıma insanlar/ Bu çiçek benim, bu meyve benim.” diye türkü yakıyor 17 Nisan’lara...
               Tahta kaşığına, tarhana tasına/ Üç yıl boyu,/ İki can hesabına  sallamışsın/ Ben oğlun Feyzullah, sülük misali/ Dokuz ay kanını, iki yıl sütünü emmişim./Midye kabuğunu, zorlarken sana/ Çarmıh misali ızdıraplar vermişim..” diye başlıyor  anasına yazdığı mektubuna Nebi Köy’lü Feyzullah ERTUĞRUL ve sürdürüyor: “….Gün ermiş ilkokula yollamışsın,/ Gün ermiş   öğretmen okuluna./ Ayağını kum, başını gün yakarak para kazanmışsın/ Postane kıblen olmuş/ 602 No.lu oğluna para yollamayı/ ibadet bilmişsin/Tanrı misali bilmişsin ANAM…”
               Ve Mehmet BAŞARANLAR ve Fakir BAYKURTLAR ve Mahmut MAKALLAR ve Dursun AKÇAMLAR ve Suphi TUNCERLER ve Talip APAYDINLAR ve  Adnan BİNYAZARLAR ve Şükrü KOÇLAR ve Hüseyin ATMACALAR ve Bahattin FIRTINALAR ve Sabri ÖZERLER ve Mehmet KARALAR ve daha nice  ENSTİTÜLÜ BÜYÜKLERİM!..
               Bıraktığınız izlerin hiçbir zaman silinmemesi umuduyla, selam sizlere…Selam 17 Nisan’lara…

Bir Öğretmenin Mektubu

Sevgili Baba,
        “ Oğlumuz hele bir öğretmen çıksın, şapkamı on kez fırlatırım havaya” derdin ya anneme. İşte, o günleri de gördün, fırlat artık şapkanı havaya. On kez, yirmi kez fırlat...         
          Yolculuğum  iyi geçti sayılır. Afyon’a geçtikten sonra uyumuşum biraz. Raslantıya bakınız ki, yol arkadaşım da emekli bir öğretmendi. Ankara’ya kızının yanına gidiyormuş. Köy Enstitüsü çıkışlıymış.Tam otuziki yıl çalışmış. Birbirinden güzel, etkileyici, pek çok anısını anlattı bana. Başından o kadar çok olay geçmiş ki, o anlattıkça bir başka coşkulandım, bir başka sabırsızlandım görev yerime bir an evvel ulaşsam diye. 
           Ankara’ya vardığımızda gün ışımak üzereydi. Buruk duygularla ayrıldık birbirimizden.Başarılar dileyerek gözlerimden optü. Nedendir bilmem, o anda boğazıma  birşeyler düğümlendi. Birden, otogarın  o telaşlı kalabalığında  yalnız kaldığımı hissettim her halde. Bilirsin baba; garajları, garları çocukluğumdan beri çok severim. Anımsar mısın, annemle hep anlatırdınız: Beş yaşımdayken İzmir  Otogarı’nda beni kaybetmişsiniz de, sonra bekçiler bulmuş. Birden o kayboluşum geldi  usuma da kendi kendime gülümsedim.
          Bingöl’e gidecek olan otobüs  hareket etmek üzereymiş. Biletimi alıp hemen yerime oturdum. Acaba beni nasıl bir yer, nasıl bir okul bekliyordu? Düşlediklerimi, umduklarımı bulabilecek miydim?  32 numaralı koltuğuma oturduğumda  hemen bunlar geldi usuma. Otobüs de hareket etmişti zaten. Emekli öğretmenin  yolda anlattıklarını anımsadım bir ara. Bir an da, doğuda şehit edilen öğtretmenleri düşündüm. Nedenini tam bilemediğim bir korku hissettim içimde.
          O, güzelim  dağları aşarak, harlaya harlaya akan dereleri geçerek, akşam saatlerinde Bingöl’e geldik. Meğer ne güzelmiş buralar baba. Hani ilkokulda okuduğumuz “Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu’yu” diye başlayan şiiri, bağıra bağıra  okumak geldi içimden. Bilmiyorum, içimde hissettiğim korkumu mu yenmeye çalışıyordum acaba? Ama birden kayboluverdi korkularım.
            Küçük bir otelde kaldım o gece. Otelin adı, Huzur Palas’dı. Hiç uyuyamadım nedense. Annemin, o naftalin kokan çarşaflarını aradım durdum bütün gece. Bir ara Sivas olaylarını anımsadım. Biliyorsun o yıllarda lisede öğrenciydim. Bir otelde insanların yakılışını düşündükçe irkildim. Hemen otel havasının dışına çıkıp, evimizdeki kendi odamdaymışım gibi düşünmeye çalıştım. Sabah da olmuştu zaten. Otel odasından aşağıya indim, kahvaltı da veriyorlarmış. Fazla bir şey de yiyemedim. Bir bardak çay ve bir dilim peynir.
            Sonra, Hükümet Konağı’na gittim. Panoda asılı bulunan listeden, atandığım okulun adını öğrendim. Yeniden sevindim. Okulum merkez ilçedeydi. Adı da Atatürk İlköğretim Okulu. Okul  müdürü Ali Bey, çok yardımcı oldu. Onun sayesinde ev bulmakta sorun yaşamadım, okuluma yakın bir ev kiraladım. Küçük, sevimli bir ev.
            Umarım her şey düşlediğim gibi olur baba. Çünkü ben, pek çok hayallerle geldim buralara. O, yol arkadaşım emekli öğretmenimin yaşadıklarını, ben de yaşamak istiyorum.Ben
de, insanları bilmek, tanımak, sevmek istiyorum. Umarım başarırım.             Annemi de, seni de sevgiyle öpüyorum.                     – Oğlunuz-
                                                  

Vesile Öğretmen

              İki gün önce, mesleğinin ve yaşamının henüz baharında, değerli meslektaşım, değerli kardeşim, Turgut İlkokulu öğretmeni   Vesile ŞENEL’i kaybettik. Keşke gücümüz yetseydi de, doğanın  uyanmaya başladığı, bademlerin çiçeğe durduğu, öğrencilerinin başarı tomurcuklarının yeşerdiği şu ilkbahar gününde, Vesile Öğretmenimizi kara toprağa bırakmayabilseydik.

               Şeref Köyü’nde birlikte çalıştığımız yıllarda tanımıştım Vesile Öğretmen’i. İnsanlığın, saygının, sevecenliğin, arkadaş dayanışmasının en güzel simgesiydi Vesile Öğretmen. Öğrencilerinin, arkadaşlarının, velilerinin ve çevresinin o engin sevgisini üzerine toplayabilmişti.  Her türlü davranışı ve başarısı ile örnek bir öğretmendi. Çok okurdu. Bildiklerini asla yeterli görmez, bunun için de sürekli araştırıdı.

                En son, Toprağımız Ünitesi’ni işliyordu öğrencileriyle. Bu nedenle, ölümünden daha dört gün öncesi, kır gezisine götürmüştü öğrencilerini. Kırda hep toprağımızı anlatmıştı. Toprağın verimini artırmak için nelerin yapılması gerektiğini söylemişti. Öğrencileri de, gezi dönüşü; papatya, lale ve kır çiçekleri toplamışlardı Vesile Öğretmenleri’ne. Ertesi günü, okulunda, öğrencilerinin izlenimlerini dinleyecek, değerlendirecek ve ünitesini tamamlıyacaktı.

                Ne yazık ki, bir daha okula gidemedi Vesile  Öğretmen .Ünitesini tamamlıyamadı…Öğrencilerinin cıvıltılarını bir kez daha olsun duyamadı…Aniden rahatsızlığı; öğrencilerinden, arkadaşlarından, eşinden, çocuklarından ve bu dünyadan ayırdı gitti Vesile Öğretmen’i… 

             Işıklar içinde yat,Değerli Kardeşim…

Muğla’da Arap Oyunu Muğla’da Arap Oyunu Muğla'da Arap Oyunu

Arap oyunu, Muğla’da, genellikle köy düğünlerinde oynanan  seyirlik bir  oyundur. Yöneteni, oyuncusu, makyajcısı, tümü de halkın kendi içindendir. Oyunun oynanış biçimi şöyle:   Düğün alanı hazırlanmış, alanın orta yerinde kocaman çam kütükleri yanmaktadır. Halk alanın çevresini çepeçevre çevirmiş, çalgıcılar da ağır bir oturak havası çalmaktadırlar. Eli, yüzü, bacakları, ocak isi ile karartılmış, ceketini ters giymiş, ağzıyla da ak bir soğanı ısırmış olan, baş oyuncu Arap, elindeki bir kulaç boyundaki sopası ile alana koşarak gelir ve çalgıcıları susturur. Çalgıcılarla birlikte herkes susmuştur. Arap, çalgıcılardan bir oyun havası çalmalarını ister. Fakat çalgıcılar, Arab’ın hangi havayı  istediğini anlayamamışlardır. Bir iki zeybek havası çalarlar ama, Arap bunları  beğenmeyip, daha kıvrak bir hava çalmaları için diretir. O’nun istediği “Arap Oyun Havası”dır.

                 İstediği bu hava çalınmaya başlayınca, Arap büyük bir coşku ile oynamaya başlar. Oynarken de değişik sesi ile ara sıra Aşuu!..Aşuu!..(Ayşe!.. Ayşe!..) diye de bağırır. Ayşe Arab’ın sevgilisidir. Onunla bu güzel havanın önünde oynamak isteğindedir. Alanın bir kenarından Ayşe (kadın giysisi giymiş bir erkek) görünür. Arap, Ayşe’yi görür görmez, kolundan tuttuğu gibi alanın ortasına getirir ve ikisi de daha çok coşku ile oynamaya başlarlar.

                 Bir de, Ayşe’nin Dede’si vardır. Oldukça yaşlı, topal, elden ayaktan düşmüş birisi. Tepesine bir çanak (bakır tabak) giymiş, sırtına bağladığı yastık ile kamburu iyice çıkmış olan Dede, topal haliyle; güya Ayşe’yi Arab’ın elinden kurtarmak için alana gelir. Dede’nin gelişi Arab’ı sinirlendirmiştir. Elindeki sopa ile, Dede’nin kafasındaki  bakır tabağa vurdukça çıkan sesler herkesi  güldürmüştür. Böylece, alanda Dede ile Arap kavgası başlamıştır.  Ayşe ise  Dede’sine hiç bakmayıp, gösterdiği tavırlarla,  Arab’ı sevdiğini , Arap’tan ayrılmak istemediğini belirtmektedir. Dede ise,Ayşe’yi  alıp götürmek için diretir. Bu sırada Ayşe, habersizce , alanın bir kenarına gizlice saklanıvermiştir,

               Sağına soluna baktığında, Ayşe’sini göremiyen Arap, deli  divane olur, hemen çalgıcıların yanına giderek, Ayşe’nin nereye gittiğini sorar. Çalgıcılar da, bilmediklerirni ifadeyle seyircilere gösterirler. Arap,  telaş içinde, elindeki sopası ile yerlere ölçe ölçe seyircilere doğru gider ve Aşuu!.. Aşuu!..diye bağırır. Seyircilerden birisi, Ayşe’yi görmediklerini ifadeyle, davulcuyu gösterir. Arap, artık davulcunun dalına binmiştir. Ondan,
Ayşe’yi bulmasını ister. Ancak davulcu, davulun tokmağını dom dom! diye vuruverince , Arap ani bir korku ile, takla atarak davulcudan uzaklaşır.  Bu sırada Ayşe, Arab’ı daha fazla üzmemek için saklandığı yerden çıkar. Bunu gören Arap sevinmiştir. Yeniden oynamaya başlar. Arap’tan yediği sopaların acısıyle hala  yerde kıvranmakta olan Dede, Ayşe’yi tekrat göturmek isteyince, Arap ile Dede arasında yeniden zorlu bir çekişme başlamıştır.

               Bu çekişme ve tartışma sırasında, eli silahlı iki Zeybek, alana gelirler,oyunu durdururlar, çalgıyı sustururlar. Bu kavganın ve tartışmanın nedenini sorarlar. Arap: Dede’nin Ayşe’yi elinden almak istediğini, onu çok sevdiğini  ifade eder. Dede ise: Arab’ın Ayşe’yi zorla kaçırdığını ve kendisi ile eve dönmesini ister.

                Zeybekler ise, son kararın Ayşe’nin isteğine göre olacağını düşünerek; Ayşe’nin bu konudaki isteğini sorarlar. Ayşe illa Arab’ı istemektedir. Bunun üzerine Dede, Zeybekler tarafından dışarı çıkarılır. Bu sıra çalgıcılar da Kerimoğlu Zeybeğini çalarlar.Artık Ayşe ile Arab’ın en sevinçli anlarıdır. Zeybek havasının müziğine uyarak, seyircikerle de birlikte el çırparlar. Zeybekler de bir güzel oynarlar. Oyun böylece biter.         
                                              -Muammer ÖZLER-(Ekim/1963)